12 Ağustos Pazartesi, haftanın ilk günü, daha mesai saatleri başlamamışken sabahın 7:30‘unda alarmımız uyandırdı bizi. Dopdolu bir gün bizi bekliyordu, vakit kaybedemezdik. Demre’nin 150 km kadar batısında bulunan Ölüdeniz’e gidecek ve bununla da yetinmeyip yol üstünde bir çok farklı mekanda duracaktık. Araba çalıştı…

Ölüdeniz; Muğla’nın Fethiye ilçesine bağlı, turistik ve çok ünlü bir koy. Hatta 2006 yılında dünyanın en güzel kumsalı seçilmiş. Tabi bu kadar ünlü olmasının bir dezavantajı olarak; baya bir kalabalık.

Evden kahvaltı yapmadan çıktığımız için; Fethiye’ye vardıktan sonra, Ölüdeniz’e gelmeden hemen önce aşağı doğru inen yol üstünde sol taraftaki bir mekanda durduk. Biz yola çıkalı epey olmuş olmasına rağmen, durduğumuz yerin sahibi ile birlikte açtık dükkanı. Kimsecikler yoktu.

Bir güzel karnımızı doyurduktan sonra, arabaya atlayıp yolumuza devam ettik. Ölüdeniz turistik bir mekan, dolayısıyla biraz da pahalı. Sadece Otopark için 20 lira para verdik. Ve tıklım tıkış olan park yerinde bir boşluk aramaya başladık.

Bir kaç gün önceden yamaç paraşütü yapmayı planlamıştık aslında, ama bazı yanlış anlaşılmalardan dolayı yapamadık. Uzun hikaye, ama zaten yapamazdık sanırım. Fiyatlarının epey pahalı olduğunu duyduk.

Epey uzun bir sahil ve deniz de çok hoş gözüküyor. Tabi ki otoparkta olan kalabalığın aynısı, şezlonglar için de geçerliydi. Neyse ki kısa bir araştırmadan sonra güzel bir yerde oturabildik.

Yamaç paraşütünden sonra içimizde kalan ukteyi, Parasailing’den randevu alarak attık. Yine kişi başı 75 lira ödedik, ama hayatımızda kaç kez yapacağız ki bunu? Randevu saatimizin gelmesini beklerken, Ölüdeniz’in o meşhur berrak sularına attık kendimizi.

Parasailing; bir deniz motorunun arkasına bağlanan paraşüt yardımıyla havada süzülmenizi sağlayan etkinliğin adı. Spor diyemiyorum, çünkü dışarıdan çok heyecanlı gözükmesine rağmen aslında çok sakin geçen bir olay. Tabi bunu yukarı çıkana kadar bilmiyorduk.

Eğer biraz heyecan ve adrenalin arıyorsanız, şansınızı yamaç paraşütünden kullanın derim ben. Parasailing’de ne hız var ne de bir aksiyon. Sadece biraz yüksek… Ama yine de meşhur Ölüdeniz manzarasını en güzel tadabileceğiniz yer olduğunu da belirtmeliyim. Bütün koy -gerçek anlamda- ayaklarınızın altında…

Gün uzun, yapılacak çok şey var. Ölüdeniz’de az biraz daha kaldıktan sonra, tekrar yola koyulduk. Demre yolu üzerindeki Saklıkent’ti bu sefer durağımız ve direksiyonu da oraya çevirdik.

Saklıkent

Rivayete göre bir çoban tarafından tesadüfen bulunmuş bir kanyon olan Saklıkent, şiddetle akan soğuk suyuyla ünlüymüş. Bunu da bizzat deneyimleme fırsatımız oldu.

Kanyonun yan duvarına yapılmış dar bir yol yardımıyla içeri kadar girdik. Etraftaki insan yoğunluğunun hatırı sayılır bir şekilde artmasıyla, akıntının olduğu esas yere geldiğinizi anlıyorsunuz. Bir süre suya değmeden gittikten sonra, kendinizi bir anda yarı belinize kadar suyun içinde buluyorsunuz. Ve su o denli soğuk ki; bir an önce karşı tarafa geçmekten başka bir şeyi pek düşünemiyorsunuz.

Akıntının en çok yükseldiği yerde, karşı tarafa geçmek için kullanılan bir çift demir halat var. Bu halatlar yardımıyla güç bela aldığınız 15-20 metrenin sonunda, kanyonun sakin kısmına ulaşıyorsunuz. Ve buradan sonrası 10-15 km boyunca hep aynı…

Karşı tarafa ulaşıp, soğuk suyun etkisinden kurtulduktan sonra; aynı yoldan bir de geri döndük. Kanyonun tam girişinde; akarsuyun üstüne çok güzel bir yer yapılmış. Girerken gözümüze kestirdiğimiz bu mekanda, döndükten sonra birer gözleme yemek niyetiyle durduk. Ortam öyle bir dizayn edilmiş ki; bir yandan yemek yerken, bir yandan elinizi akıntının içine sokabiliyorsunuz.

Karnımızı karaladıktan sonra Saklıkent macerasını da bitirip; akşam yemeğini yemek üzere Kaş sahillerine çevirdik dümeni…

Kaş sahilinde biraz takılıp, havanın kararmasını bekledik. Biraz da yeni yediğimiz gözlemeyi sindirip, midemizde yer açılmasını…

Güneşin batmasından hemen sonra, Ethem’in daha önceden aldığı tavsiyeler doğrultusunda Dolphin Restaurant‘a oturduk. Öğrenci için biraz fazla lüks bir yer, ama yemeği yedikten sonra ikimiz de buna değdiği konusunda hemfikirdik. Hem manzarası hem de levrek’in lezzeti üst düzeydi; sadece servis biraz yavaş.

Arka lokantadan gelen canlı müzik eşliğinde yediğimiz yemekten ve heyecanla beklenen hesaptan sonra bu mekandan da kalktık.

Sahil tarafındaki ünlü Noel Baba Cafe‘de birer çay içmek amacıyla durduk. Bütün o kargaşanın içinde, dünyanın ne kadar küçük olduğunu bir kez daha anladık. Liseden ortak arkadaşımız olan Öykü ile karşılaştık, o kalabalıkta kendimize boş bir masa ararken.

Tam tekrar masamıza dönmüştük ki, FourSquare’den aldığım “servis çok yavaş” tavsiyesine uyarak iptal ettik az önce ısmarladığımız çayı. Onun yerine elimize birer dondurma aldık ve Kaş sahillerinde volta atmaya başladık.

Demre’ye döndüğümüzde saat henüz 1 olmamıştı. Bütün günün yoruculuğuna rağmen, erkenden yatmak da istemiyorduk. Ve ben bir türlü izleme fırsatı bulamadığım Amelie isimli filmin, Ethem’in bilgisayarında yer aldığını görünce; o geceyi film gecesi yapmaya karar verdik. Yattığımızda saat 3:30’u geçmişti sanırım.

13 Ağustos günü; diğer günlerin aksine baya geç kalktık, 9:15 sularında. Kahvaltı’yı Ethem’lerin evinde yaptık. Sağ olsun annesi epey zahmet etmiş. Yine bütün günün enerjisini karşılayacak biçimde yedikten sonra, bambaşka bir etkinlik için Demre Yat Limanına doğru yola çıktık.

İnsanın her yerde tanıdığının olması kesinlikle çok iyi bir şey. Ben daha nasıl gideceğiz diye düşünürken, kendimizi Rus kafilesini taşıyan -kaptanı tanıdık- büyük bir teknenin içinde bulduk. Hem geziyi beleşe getirmekle kalmadık, hem de resmen VIP bir hizmet aldık.

Teknenin hedefinde Batık Şehir diye geçen ilginç bir yer vardı. Sağı solu antik kalıntı olan Antalya’da, denizin altında tarihi bir kent kalıntılarının olması pek de şaşırtmadı beni açıkçası. Teknenin tabanındaki camlar sayesinde detaylıca incelediğimiz bu antik kent, Kekova isimli bir adanın devamı şeklinde uzanıyordu.

Hoş bir koyda yarım saatliğine demirlememiz üzerine, biz de günün ilk denizine girmiş olduk. Sıcak ve tuzlu suyuna rağmen, deniz gerçekten güzeldi.

Karaya döndükten sonra biraz daha kültürel gezi yapma amacıyla Demre’deki meşhur Noel Baba Kilisesine gittik. Hristiyanlık inancında önemli bir yeri olan bu kilise, günümüzde müze olmuş durumda. Kilise Aziz Nicholaos‘ın mezarını barındırmasıyla birlikte; söylenenlere göre mezardaki kemikler İtalyan’lar tarafından, ölümünden hemen sonra çalınmış.

Bir kez Müzekart‘ı için 15 lira verince durulur mu, hemen devam ettik kültürel gezimize. Sıradaki durak Myra‘ydı.

Myra

Likya ve Roma dönemlerine ait tarihi bir kent olan Myra, 2009 yılından itibaren başlayan kazılarla iyice ortaya çıkmış durumda. Biz oradayken de bir yandan kazılar sürerken, bir yandan dolaşmaya imkan veriyorlardı. Özellikle antik tiyartosu gerçekten görülmeye değer.

Antalya’nın kavuran öğlen sıcağında yeterince kültürel gezi yaptıktan sonra, eve döndük. Yine Ethem’in annesinin daveti üzerine, bölgenin kendine has bir yemeği olan Kölle ile tanıştım. Buğday, fasulye, nohut, bakla ve mısır’ın kaynatılması; üzerine de bir çok baharat ve limonun ilave edilmesiyle yapılan bu yemek ilginç, ama gerçekten güzel bir şeydi. Ben sevdim en azından. 🙂

Ertesi günkü programlar dolayısıyla geceyi geçirmek üzere Antalya merkezine doğru yola çıktık. Yol üstünde Turunç Ovası’ndaki Özçoban isimli güzel bir Saç Kavurma Lokantasında durup, karnımızı doyurduk. Mekanın atmosferi oldukça güzeldi.

Antalya’ya gece 1 gibi ulaştık. Yorgunluk iyice baş gösterirken, ertesi günkü büyük etkinliklerde performans kaybetmemek adına hemen yattık; Ethem’lerin benzin istasyonunun üst katında…

Categories: Hatıra