Daha önce hiç girme fırsatı bulamadığım Akdeniz’in tadına bakmak, meşhur antik köyler ve doğal güzelliklerle dolu bir kültürel gezi yapmak ve Antalya havası solumak için; lisedeki yakın arkadaşım Ethem’in köyünde bir tatil ayarladım kendime.

10 Ağustos 2013 tarihinde, Ramazan bayramının son günü, akşam 20:00 gibi Sabiha Gökçen’den hafif bir rötar ile kalktı uçağım. Bir saatlik yolculuğun ardından, Antalya’nın tüm vücudu kavuran o sıcağı karşıladı beni ilk olarak. Ve ardından bir hafta boyunca bana hem rehber, hem şoför, hem de yoldaş olacak değerli dostum Ethem…

Gece vakti olmasına rağmen, boğucu ve nem dolu bir atmosferde başladı yolculuğumuz Antalya sokaklarında. Potansiyelimi yüksek tutmak için aç geldiğim bu şehirde, karnımı doyuran ilk durak; şehrin içindeki meşhur Sedir Restaurant’ı oldu.

İki bıçak arası ve bir mevlana ile karnımızı doyurduktan sonra, dondurma yemek için meşhur bir adres aradık. Lakin Antalya sokakları sürekli doğuya doğru yönlendirdi bizi. Biz de doğanın bize söylediği bu gizli mesajı dinleyerek, meşhur oteller bölgesine çevirdik dümeni. Büyüklü küçüklü, ama hepsi birbirinden güzel oteller kovaladı birbirini. Taa ki; Mardan Hotel’e kadar…

7 yıldızlı bir otel olan Mardan Hotel, şimdiye kadar gördüğüm en mükemmel otellerden biriydi açıkçası. Kendine ait bir stadı dahi olan bu otel, dönüşte sağda kalan ve henüz içinde herhangi bir inşaat başlamamış olan dev bir araziyi daha satın almış.

Gece gece yaptığımız bu minik seyahatin ardından, kafamıza taktığımız meşhur dondurmacıyı bulmak için kolları sıvadık. Teknolojinin nimetlerinden faydalanmak sonunda aklımıza geldi ve Google amca bizi bu dertten kurtardı. Vardık, Dondurma Dükkanı’na…

Özellikle meyveli dondurmaları ile meşhur olan bu küçük mekan, gerçekten ziyaret edilmesi gereken bir yer. İncir’li dondurmasından, şeftali’li olana kadar bir kaç tanesinin tadına baktım ve hepsi geçer not aldı.

Gece ilerlerken, biz de Konyaaltı sahilinde aldık soluğu. Ateş yakıp gitar çalan gruplardan; yıldızları izlemek için gelenlere kadar bir çok farklı insan kitlesi karşıladı bizi. 5-10 dakika kadar oturduktan sonra, bedensel ihtiyaçlarımızın varlığını kabul edip; uyumaya karar verdik.

Antalya merkezdeki konaklama mekanımız, Ethem’lerin benzin istasyonunun üst katıydı. Yatağından klimasına kadar, dışarıdan pek benzemese de Mardan’la kapışacak düzeyde olan bu konaklama mekanında geceyi geçirip; ertesi gün sabah 7:30’da kaldığımız yerden devam etmek üzere uyandık.

Daha önce hiç deneyimlemediğim kadar tuzlu bir su ile karşılaştım, uyanır uyanmaz gittiğimiz Konyaaltı sahilinde. Suyun içinde açmamama rağmen, gözlerimi yakan tuzlu bir su…

Antalya’nın -benim için- alışılmış dışı olan sıcağı ile başa çıkan tek şeydi, Akdeniz’in berrak suyu. Konyaaltı’nda depoladığımız bu enerji ile hemen yakınlardaki Falez’lerde kahvaltı yapmak üzere yol aldık.

Order Cafe isminde bir yerde; canlı müzik eşliğinde güzel bir açık büfe kahvaltı yaptık. Hem yemekler hem müzik hoştu, ama en güzeli şüphesiz ki manzaraydı… Denizden 10-15 metre kadar yukarıda, ara ara esen hoş meltemi ile; gerçekten rahatlatıcı bir yerdi. Verdiğimiz paraya değdi.

Karnımızı da doyurduktan sonra yapacağımız hamle, yolculuğumuza devam etmekti şüphesiz. Biz de hazır Antalya’dayken şelalelere çevirdik rotamızı…

İlk durağımız Kurşunlu Şelale’si oldu. Gerek havası gerek kuş cıvıltıları ile başlı başına bir doğa harikası olan bu mekanda da hızlı bir gezi yaptıktan sonra vakit kaybetbetmeden tekrar yola koyulduk.

Düden Şelalesi

İkinci durağımız ilkinden biraz daha ünlü olan bir başka şelaleydi; Düden Şelalesi… Yine biraz gezdik, biraz dinledik; bir-iki fotoğraf çektik ve bu adımı da sonlandırdık.

Ethem’lerin evi ve benim de tatile geldiğim esas yer Antalya’nın Demre ilçesiydi. Demre de Antalya merkeze 150 km kadar uzakta olduğu için, fazla vakit kaybetmeden oraya doğru da yola çıkalım dedik. Yol üstünde Olympos’a uğramayı planlarken, bir başka doğa harikasına giderken bulduk kendimizi. Yanartaş, Chimera…

Yol üstünden saptıktan sonra 10-15 km kadar dar ve virajlı yollarda arabayla gittik. Ama esas sorun; arabayı bıraktıktan sonra o sıcakta tırmanılan bir kilometrelik tırmanma yoluydu. Yüksek, dik ve pek düzgün olmayan basamaklarıyla eski bir taş merdiven…

Chimera, Yanartaş

Kemer dolaylarında olan Chimera; kaba tabiri ile yer yer içinden ateş çıkan bir dağ. Mitolojik bir hikayesi ve uzun tarihi bir geçmişi olan bu dağ, Antalya’da gördüğüm en ilginç şeylerden biriydi. Hiç sönmeden kim bilir kaç yüzyıldır yanan dev ocaklar var sanki, dağın üstünde.

Tırmanışın verdiği yorgunlukla bir kaç dakika kadar soluklanmak için durduk Yanartaş’ta. Ama hem güneşin kavurucu sıcağı hem de etraftaki alevler ortamı iyice ısıtıyordu. Bu yüzden fazla vakit kaybetmeden, tekrar arabaya doğru yol aldık. Bulunduğumuz ortamda burnumuza gelen gaz kokuları da, dönüş yolunda bu doğa harikasının nasıl oluştuğuna dair teoriler ortaya atmamıza yardım etti.

Özellikle Finike ve Demre arasında etkisini iyice arttıran virajlar, hareketli bir yolculuk geçirmemize sebep oldu. Dağlar denize paralel uzanıyor dense de, sürekli olarak bir girinti çıkıntı vardı dağlarda. Ve her iki çıkıntı arasında, güzel bir koy oluşmuştu. İstisnasız her birinde denize giren birileri vardı neredeyse…

Demre’ye vardığımızda ikindi saatleri olmuştu. Hemen eşyalarımızı kalacağımız eve bıraktık ve gezimize devam etmek üzere arabaya döndük.

İlk olarak ilçeye kuş bakışı bir göz atabilmek için Şahintepesi’ne gittik. Bütün Demre ayaklarımızın altındaydı sanki. Bundan 10-20 yıl önce her taraf portakal bahçesiymiş, şimdi ise her yer seraydı. Manzaranın %80‘ini bu beyaz şapkalı mekanlar oluşturuyordu.

Şahintepesinde bir kaç fotoğraf çekildikten sonra, Demre’nin meşhur soğuk suyuna; Burguç’a gittik. Kükürtlü bir su kaynağı olan Burguç, aynı zamanda çok şifalıymış. Suyun tam olarak kaynadığı yere yaklaşık dört metrekarelik küçük bir alan yapmışlar. İnsanlar oraya atlıyor ve hemen ardından çıkıyor. Su gerçekten çok soğuk çünkü.

Biz de iki kere dal-çık yaptık, ama hayatımda öyle soğuk bir suya girdiğimi hatırlamıyordum. Antalya’nın sıcağı diyip dururken iki gündür, bu sudan sonra ağzımı bir daha açmadım…

Hazır mayolar üstümüzdeyken bir kez daha denize girelim düşüncesiyle Taşdibi denilen bir yere gittik. Demre halkı denize girmek için bu mekanı kullanıyormuş genellikle. Tabi ki Burguç’tan sonra su çok sıcak geldi. Ama yine de güzeldi.

Sabah kahvaltısından beri doğru düzgün bir şey yememiş olmamıza rağmen, ara ara yaptığımız atıştırmalar bizi uzunca bir süre idare etmişti. Ama özellikle denizden sonra havanın da kararması ile midemizin sesi yavaş yavaş duyulmaya başladı. Evin yakınlarında bir yerde, Demre sahillerinde bulunan Dalyan Balık Evi’nde aldık soluğu. 3’er tane mırmır söyledik ve beklemeye başladık.

Gittiğimiz yerde fazla bir seçenek yoktu. Balıklar da kötü değildi, ama tatil boyunca gittiğimiz diğer yerlerle karşılaştırıldığında bana biraz zayıf geldi orası. Neyse, karnımızı doyurduk.

O akşam maç vardı. Ben futbolla fazla ilgilenmiyordum, ama birileri ile birlikteyken de iyi giderdi. Karnımızı doyurduktan hemen sonra eve geçtik. En azından maçın ikinci yarısını izlemek amaçlı.

Akşam da olsa, gece de çökse; Antalya’nın sıcağı etkisini yitirmiyordu. Ama geceleri hoş bir meltem vardı, balkonda oturmayı cazip hale getirecek bir meltem. Yatana kadar balkonda bir miktar oturduk.

Belki büyükşehirden gelen biri olduğum içindir, bilmem; Demre’de yıldızlar bir başkaydı. Balkonda otururken dikkatimi en çok çeken şey bu oldu. Çok canlı gözüküyorlardı, sanki pillerini değiştirmişti birileri. Ve bizim de pillerimizin değişmesi gerekiyordu artık. Hızlı başlayan ve hızlı devam eden bir gün olmuştu, hepimiz yorulmuştuk. Ertesi günlerde de aynı performansı gösterebilmek adına, uyuduk…

Categories: Hatıra